Özgürlük Yalanı


Neoliberalizm ile içimizdeki canavar ortaya çıktı. Kimliklerimizi baskılardan uzak ve yeterince sarsılmaz olarak görüyoruz. Ancak gözlemlediğim kadarı ile, ekonomik değişimin yalnız değerlerimizin değil, kişiliklerimizin üzerinde de büyük etkisi olmuştur. Kısaca şöyle diyeyim; liyakata dayalı neoliberalizm belirli kişilik niteliklerini onaylar, kalanlarını ise cezalandırır.


Yani artık belli bir kariyer yapabilmek için belirli karakter özelliklerine sahip olmanız gerekmekte. Bunlardan ilki, kendini ifade edebilme yeteneği, amacı da olabildiğince fazla insanın beğenisini kazanmak. Fazlası ile yüzeysel olabilir ama günümüz insanları için yani bu durum aralarından bir çoğuna uygun düştüğü için pek fark edilmez. 

Ayrıca kendi yeteneklerinizi övmeniz de çok önemli. Tanıdığınız çok insan var, çok tecrübelisiniz ve yakın zamanda çok önemli bir proje bitirdiniz... Daha sonra bir çok insan bunların havacıva olduğunun farkına varacak. Ancak bu kandırıldıklarını da yadsımaz. Burada da farklı bir kişilik özelliğine dikkat çekmek istiyorum; ikna edici bir şekilde yalan söyleyebiliyorsunuz ve bundan pek de suçluluk duymuyorsunuz. Bu yüzden de asla kendi davranışlarınızın sorumluluğunu üstlenemiyorsunuz. 

Üstüne üstlük, fevri ve esneksiniz, her daim yeni uyarıcılar ve mücadeleler için an kolluyorsunuz. Bu pratikte çok tehlikeli sonuçlara neden olabilir ama olsun aldırmayın, yaraları saracak olan insan siz olmayacaksınız. Bu neoliberal meritokrasinin insanları ne hale getirdiğinin bir resmidir. Dayanışma pahalı bir lükse dönüşüp geçici ittifaklara neden olurken, zihinlerin asıl meşgalesi rakibinize göre daha fazla kar çıkarabilmek. İşletmelerde ve şirketlerde olan duygusal bağlılık gibi, çalışma arkadaşları arasındaki bağlarda giderek azalmakta.

Zorbalık bir zamanlar sadece okullarda yaşanırdı. Bu durum artık iş yerlerinin de ortak özelliklerinden biri. Bütün hüsranı zayıf olanın üzerine boca ederek etkisizce dışa vurmanın tipik bir özelliği, bu psikolojide yönlendirilmiş saldırganlık olarak tabir edilir. Performans kaygısından tutunda, tehdit oluşturan ötekinin yarattığı daha geniş sosyal fobilere kadar derinlere itilmiş bir korku var. 

İş yerlerinde aralıksız yapılan değerlendirmeler, bağımsızlığın azalmasına ve sıklıkla değişen harici kurallara bağımlılığın artmasına neden oluyor. Sosyolog Rİchard Sennett'in de tabir ettiği gibi "çalışanların çocuklaşması" durumu ortaya çıkıyor. Yetişkin insanlar, birer çocukmuşçasına feveran ediyor, ufak tefek şeyleri kıskanıyor, beyaz yalanlar söylüyor, üç kağıda başvuruyor, başkalarının düşüşü ile keyifleniyor ve küçük intikamlar peşinde koşuyor. Bu gibi durumlar bireylerin bağımsız düşünmesini engelleyen, yetişkin gibi davranmayı beceremeyen bir sistemin eseri. 

Aslında daha önemlisi şu, insanların özsaygılarının aldığı zarar. Filozofların da açıkladığı gibi, özsaygı daha çok başkalarının bizi onaylamasına bağlıdır. Günümüzde çalışan bireylerin esas sorusunun "Bana kim ihtiyaç duyuyor?" olduğu fark edildiğinde, buna verilen cevap ise şu olmalıdır; hiç kimse.

İçinde yaşadığımız toplum sürekli olarak, gayret edilirse herkesin başarılı olabileceğini söylüyor. Bir yandan da imtiyazları destekliyor. Bitkin düşmüş insanlara artan oranda baskı uyguluyor. Bu yüzden de başarı oranları giderek azalıyor. Birçok kişi kendini aşağılanmış, suçlu ve mahçup hissediyor. Dahası, başarısız olmuş olanları, sosyal güvenlik sistemimizi istismar eden "kaybedenler" ve "beleşçiler" olarak görüyorlar.

Neoliberal meritokrasi bizi başarının kişisel gayrete ve yeteneklere bağlı olduğuna inandırdı, bu da sorumluluğun yalnızca bireye ait olduğu ve hedefe ulaşmak için kişilere özgürlük tanımak anlamına geliyor. Sınırsız seçim özgürlüğü masalına inananlar için özerklik ve özyönetim en önde gelen politik bildirilerdir. Sonuçta mükemmelleştirilebilir birey düşüncesi ile Batı'da sahip olduğumuza inandığımız özgürlük günümüzün ve çağımızın en büyük yalanı.

Sahip olduğumuzu sandığımız özgürlük aslında tek bir şarta bağlı; başarılı olmak. Yani kendimizi geliştirmek zorundayız ve bunu da durmadan yapmalıyız. Mesela bugün ebeveynliği kariyerinin önüne koyan bir kişi, ağır eleştirilere maruz kalıyor. Başka bir açıdan bakarsak, iyi bir işe sahip biri başka şeylere zaman ayırabilmek için terfisini reddediyor ve biz o kişiyi aptal olarak görüyoruz. Bu şekilde birbirimizi durmadan eleştiriyoruz.

Kültürümüze ait değerleri kaybettiğimize dair durmadan konuşup ağıtlar yakıyoruz. Yine de bu değerler kişiliğimizin hep bir parçasını oluşturuyor, yani aslında hep bizimle. Dolayısı ile kaybolmuyorlar sadece değişiyorlar. Aslında olan da tam olarak bu; değişen bir ekonomi, değişen bir ahlak, değişen bütün değerlerimiz kimliklerimizin de değişmesine neden oluyor. Yani en başta da dediğim gibi, mevcut ekonomik sitem, içimizdeki kötüyü ortaya çıkarıyor. 

"theguardian.com-Paul Verhaeghe'nin"

0 yorum