Tanrıların ve kralların hüküm sürdüğü topraklarda babasının hoşnutsuzluğunun gölgesinde büyüyen Patroklos, kendisinin tabiri ile çelimsiz, beceriksiz ve silik bir evlattı. Çocukluğunda işlediği bir suç yüzünden sarayından uzak yerlere sürüldüğü zaman bile bir ölümlü olmanın ağırlığını üstünde hissederek ufacık bir itirazda bile bulunmadı. Hayatı için hiç söz sahibi değilmiş gibi davranan Patroklos, aksi gibi bu durumu düzeltmek için bir çaba sarf etmedi.
Sürüldüğü yer yarı tanrı Akhilleus'un babasının krallığı idi. Akilleus krallıkta bulunan çocuklardan hiçbirini kendine bir yol arkadaşı olarak seçmiyor, Patroklos'tan ise neredeyse tüm çocuklar korkuyordu. Dışlanıyordu ve yapayalnızdı. Derken bir gün Akilleus kendine yoldaş olarak onu seçti.
Asıl hikayemiz işte buradan sonra başlıyor. İlk sayfalarda okuyucuya antipati uyandıran Patroklos hakkındaki tüm fikirler buradan sonra değişmeye başlıyor. Hayatı boyunca herkesin hayran olduğu Akhilleus ona elini uzattıktan sonra karakterler birbirine sımsıkı tutunuyor. Ancak hepimizinde bildiği gibi, her şeyin günlük güneşlik devam etmesi yaşamın akışına çok ters, her daim yan yana olan bu karakterlerin arasında da bir süre sonra dostluktan öte bir duygu gelişmeye başlıyor ve bu duygu ile birlikte bir çok çatışma ortaya çıkıyor. Tanrıça Thetis, Akhilleus'un annesi olmanın verdiği güç ile oğlunun yol arkadaşının ona uygunsuz olduğunu ve hayatında onu istemediğini defalarca kez söylüyor.
Patroklos, kralın oğlunun sarayında daha fazla barınamayacak... Sevgi ve bağlılıklarına rağmen engeller onları ayırabilecek mi peki?
Yazar, Akhilleus'un Şarkısı'nda kusurlardan uzak, tanıdık ve aslında aşırı şatafatlı bir öykü anlatıyor. Mitolojik eserlerden bildiğimiz tüm isimler, tanrılar, tanrıçalar, krallar, ülkeler ve kahramanlar her bir sayfaya serpiştirilmiş. Fakat bir çok filmde izlediğimiz Troya Savaşı'nın arka perdesindeki taşlar bu kitapla yerine oturuyor.
Yarı tanrı Akhilleus'un eşi benzeri olmayan savaş teknikleri, gruruna ve şöhretine düşkünlüğü ve son olarak Patroklos'una olan bağlılığı savaşı kazanmasına yetecek mi acaba? Okuduğum bu kitapta aynı zamanda şu soru aklıma geldi, savaşanın yalnızca kazananı ve kaybedeni mi var? Galip olanlar zafer hikayelerini anlatırken kendilerinin de ayrıca kaybettiklerine hiç değinmezler? Peki savaşın her zaman bir kazananı mı vardır?
Tarihi dokusu ve mitolojik sürükleyiciliği ile Akhilleus'un Şarkısı, yazarın okuduğum diğer kitabı Ben Kirke gibi adeta bir destan. İki aşığın gözünden, iki ayrı hayatın ve bir savaşın anlatılması fazlası ile emek verilmiş. Son sayfalarda yazarında belirttiği gibi bu kitabın serüveni on yıl sürmüş. Buradan da ne kadar çok emek verildiğini anlayabiliyoruz.
Çarpıcı finali ve karakterlerin monologları ile kitap okuyucunun aklında herhangi bir soru işareti ve eksiklik bırakmadan geçip gidiyor. Tüm boşlukları dolduruyor ve sonunda ise okuyucunun kalbine derin bir hüzün bırakıyor.
Okumanızı önerebileceğim bir kitap aynı zamanda Ben Kirke'yi de okuyabilirsiniz. Pandeminin en koyu dönemlerinde kitaplar bizlere çok güzel dostluk yapıyor. Ufkumuzu açıyor, zihnimizi rahatlatıyor, hayal gücümüze güç katıyor.
İyi okumalar dilerim sevgili okurum.
...
"Hikayelerimiz gerçeği söylemiyor. Savaşın kazananı olmaz. Çağlar geçer, üstümüzde takımyıldızları dönüp durur, ayla güneş her zamanki yollarını bitkin takip eder ve biz, biz felakete uğramışlar, biz sevdiğinden ayrı düşmüşler, aşkın içimizi titreten şarkısı kulağımızda, huzursuz yatarız düştüğümüz yerde."
...
akhilleus'un şarkısı kitap yorumu
blog
en iyi kitaplar
kişisel blog yazısı
kitap incelemesi
kitap önerisi
kitap yorumu
madeline miller
0 yorum