KOKU


...Bir daha dönmeyecek olanı özlemek başka hiçbir özleme benzemez, her özlem içinde minicik de olsa bir umut barındırırken, özlemin böylesi içine bir damla ışık sızmayan zifiri karanlık bir oda gibidir, karanlıktan başka hiçbir şey yoktur. 

Hiçbir şey.

Sadece karanlık...


...


İşgal İstanbul'u kendi karmaşası ile çalkalanırken, şehrin ortasındaki Sultanahmet Cezaevi de kirli sarı duvarlarının içindeki başıbozukluk ve darmadağınıklıkla bir gayya kuyusu gibi kaynamaktadır... O cehennemdeki kaybolmuş insanları anlatan Kemal Tahir'in "Esir Şehrin Mahpusu" isimli romanında şöyle görünüp geçen bir katil vardır.


...


Elinde, öldürdüğü kadının parfümünü damlattığı bir mendille dolaşır, sık sık da o mendili koklar.

Görünürde o da diğerleri gibi günlük hayatını sürdürür, kahve sohbetleri yapar, hapishane dedikodularına katılır, koğuştan koğuşa ziyaretlere gider, rüşvet verir ama geceleri el ayak çekildiğinde görünmeyen bir dünyaya gider.

Öldürdüğü kadınla başbaşa kalır.

Hala delice bir tutku ile sevdiği kadınla konuşur, tartışır ve onunla sevişir.

Ölü kadının varlığını hala sürdürdüğü bu gizli dünyanın kilidi sanki katilin mendiline damlattığı o parfümdür, o koku öldürdüğü kadını hayallerinde hep ama hep canlı tutar.

Arada bir gündüz vakti de o mendili koklarken hülyalara dalar.

Yanmış soğan, ter ve sigara dumanı kokan, kurumuş tahtakurularıyla lekelenmiş kalın duvarlarına mahkumların isimlerini kazıdıkları o karanlık ve rutubetli binada, kendine öldürdüğü kadının kokusundan oluşturduğu mor gölgeli bir hayal alemi yaratır.

O kadının mendile damlatılan parfümü sanki adamın içinde yaşadığı zamanı bölmekte, bir parçası o koku ile birlikte geçmişin içinde kalmakta, diğer parçası ise görünür günlük hayatı ile anı yaşamaktadır.

Bu küçük hikayenin gerisinde yatan trajedi ise insanoğlunun esrarengiz sorunlarını ve cevapsız sırlarını barındırır. 

Sevmek ve yok etmeyi istemek gibi birbiri ile çelişen iki duygusal hareket bir arada ortaya çıkınca, insanın varlığı kaçınılmaz olarak depremli bir toprak gibi yarılır, içinde iyi ve kötü ne varsa yeraltı yaratıkları gibi ortaya çıkar.

Bütün bu duyguların, mera yangınından kaçan atlar gibi üstümüze saldırdığını gördüğümüzde daha bir an önce çok sakin görünen hayatın nasıl değiştiğini, seven bir insanın bir canavara nasıl dönüştüğünü anlamaya çalışırız. 

Ne olmuştur peki?

Bazen şefkatle, bazen şehvetle dokunan o eller nasıl olmuştur da o beyaz ve dolgun boynu, üstünde koyu izler bırakarak sıkmış, onu soluğunun kesilişini, çırpınışını, hayattan koparken yalvaran bakışını seyrederek cansız bir bedene dönüştürmüştür?

Bizi en şaşırtan durum ise adamın öldürürken bile o kadını hala delicesine sevmeye devam etmesidir.

Sevgi hangi dolambaçlı yollardan, hangi karanlık vadilerden geçmiş de böylesine vahşileşmiş, düşmanlaşmış, hem sevgi olarak kalırken hem de aynı anda bir nefret biçimine girmiştir.

Şefkat, koruma gibi istekleri içinde barındıran sevgi, hayatın hangi anında uğursuz bir kristalden geçerek kırılıp vahşi ve belirsiz bir düşmanlığa dönüşmüştür.

O masum, sevecen, güvenilir "sevgi" ne zaman içinde bir katilin donuk bakışlarını beslemeye başlamıştır.

Bizi sevenlere, bizi sevdikleri için güvenmeli miyiz?

Bizi sevenlerden, bizi sevdikleri için kuşkulanmalı mıyız?

Tehlikeli bir duygu mu sevgi?

Sandığımız kadar masum değil mi?

Sevgiden yok etmeye giden bu korkunç yolculuk herhalde sevginin bir zaman sonra kaçınılmaz bir biçimde kendi içinde filizlendirdiği o ürkütücü sahip olma isteği ile başlıyor.

Sevdiğin insana en küçük bir kuşku çatlağı bile bulunmayan bir güvenle sahip olmak, yıldızlarla dolu bir gökyüzünü avuçlarının içine alabilmek gibi tanrısal bir güç ve güven veriyor insana. 

Ama ne yazık ki insanlara tanrısal güçler bağışlanmamış, onun için hem aşkı hem böylesine kesin bir güveni aynı anda kucağında taşıyabilen kimse yok.

Sahip olmak isteyen herkes yeterince sahip olamadığından, kendisine yeterince bağlayamadığından, sevdiğinin hayalinden başka gölgelerin geçtiğinden kuşku da duyuyor.

Ve, sevgi kuşku ile birleştiğinde kora sokulmuş bir neştere dönüp yakarak kesiyor insanın içini.

Eğer karşındaki insan bu anda usulca bir dokunuş ile seni tutarsa kendi yanıklarından bir mutluluk yaratabiliyorsun, bütün insanların aradığı o mutluluğa kavuşuyorsun, içinde tuhaf bir sızı taşıyan bir mutluluk etini ve ruhunu bir süreliğine de olsa huzura kavuşturabiliyor.

Ama eğer karşındaki senin kuşkularını kışkırtırsa; yaralarından içini parçalayarak iki başlı korkunç bir yaratık çıkıyor, karşındakine duyduğun sevgiyle kendine duyduğun sevgi birbirinden nefret eden ikizler gibi aynı vücudu paylaşıyor.

Karşındakine duyduğun sevgi ve kuşku arttıkça kendine duyduğun sevgi acıyla, aşağılanmışlıkla kıvranıyor.

Ve kurtulmak istiyorsun.

Yok etmeyi arzuluyorsun.

Aslında yok etmek istediğin içindeki o korkunç ikiz.

Birçok insan bu yoketme isteğini duyduğunda, çektiği azap dayanılmaz hale geldiğinde kaçmaya, hayatın başka köşelerinde teselli aramaya çabalıyor. 

Uzaklaşıyor.

Arkasına bakarak, kaçtığı insanın ona sevgiyle yetişeceğini umarak uzaklaşıyor.

Kalanlar, kaçamayacak kadar sevenler, kaçtığında kendilerine olan sevgisini de yaralanmış hissedenler kalıyor.

O andan itibaren kuralları ve sınırları belirsiz bir alana giriyorlar.

Oraya girenlerin bir daha oradan nasıl çıkacağını kimse bilmiyor.

Bir kısmı bir mucizeyi gerçekleştirerek, kararlılığı sonucu sevdiği ile bir mutluluğu yakalamayı başararak çıkıyor oradan, bazıları hayatı boyunca iyileşmeyecek yaralar taşıyarak, bazıları da Kemal Tahir'in anlattığı gibi bir katil olarak.

İçindeki kötü ikizi öldürmeye çalışırken sevdiğini öldürüyor.

Ve sonra kokuyu damlattığı mendili, yavrusu ölen köpeğin bir battaniyeyi yavrusu sanarak taşıması gibi, sevgilisi sanarak koklayan bir adama dönüşüyor.

Sevdiğini öldürüyor ama sevgisini öldüremiyor.

Ama artık umutları da yok.

Sevilmeyi umut edemez, sevilmekle ilgili hayaller kuramaz, kendisini sevip sevmediğini soramaz, içini biraz olsun rahatlatacak bir cevap bile bekleyemez.

Hiçbir umut besleyemeden sevmenin korkunç acısını çekecektir artık. 

Hatıralarına sığınacak, gerçek dünyanın ortasında, gerçek olmayan bir dünya kuracaktır.

Kendine sorular soracaktır.

İçindeki duyguları, o acıyı öldürmeye çalışırken sevdiğini nasıl öldürmüş olduğunu anlamaya uğraşacaktır. 

Sevdiği insanı öldürürken aslında hayatı öldürmüş olduğunu, kendisinin de yaşamadığını, yaşayan hiçbir şey kalmadığını kavrayacaktır.

Gelecek bitmiştir.

O geçmişin içinde hapistir artık. 

Şimdi en büyük korku o geçmişi de kaybetmektir, artık yok olanı hatırlayamamak, onunla yaşananları yeniden, yeniden aklında canlandıramamaktır.

Onu da kaybettiğinde, kaybedecek hiçbir şeyi kalmayacak, tutunacak bir yer bulamayacaktır.

Geçmişi ile ilişki kurabilmek için parfüm damlatılmış mendil gibi kutsallaşmış işaretlerin garip bir büyüyle kaybolmuş sesleri, görüntüleri yeniden yaratmasını bekleyecektir.

Bir hapishanenin içinde, avucunda kadın parfümüne bulanmış bir mendille dolaşacaktır.

O adamın vicdan azabı, suçluluk, günah korkusu duyacağını hiç sanmam.

Öylesine bir özlem duyuyordur ki başka hiçbir duyguya yer kalmıyordur ruhunda.

Bir daha dönmeyecek olanı özlemek başka hiçbir özleme benzemez, her özlem içinde minicik de olsa bir umut barındırırken, özlemin böylesi içine bir damla ışık sızmayan zifiri karanlık bir oda gibidir, karanlıktan başka hiçbir şey yoktur.

Hiçbir şey.

Sadece karanlık.

Belki de o yüzden koku her şeyden önemlidir.

Bir resme bakmaktan, geçmişten kalan bir eşyaya dokunmaktan çok daha berrak bir biçimde hissedilecek olan o karanlık sadece kokudur.

Sevdiği kadını, geçmişini, özlemini koklar hep.

O kokuyu ondan alsanız yaşamaya devam edebilir mi bilemiyorum. 

Hayat onun için sadece bir kokuya dönmüştür çünkü.

Bir parfüme.

Artık var olmayan bir kadının parfümüne.

Çaresizce özlemenin bütün duyguların en kahredicisi olduğunu, ruhu bir kokunun dalgasında karanlığa batarken öğrenecektir.


**Kemal Tahir ve Ahmet Altan yazılarından alıntılanmıştır.**

0 yorum