Zülfü Livaneli'nin kitaplarında okuduklarımın hepsini ayrı ayrı seviyorum ama bu kitap gerçekten hepsinden de başka. Daha yeni başlamama rağmen ilk sayfalarında akıcı diline, konusuna hayran kaldım. Bitirmeyi de bekleyemedim kitap tanıtımım için. ☺ İçimdeki hislere böylesine tercüman olan bir iki sayfalık kısmı size aktarmak istiyorum. Lafı uzatmadan sizleri Livaneli'nin kaleminden dökülen cümlelerle başbaşa bırakıyorum.
"Orta Zekalılar Cenneti" ve "Sanat Uzun, Hayat Kısa" Kitaplarının Yeni Baskısı İçin Not
Kimi yazı başlıkları, şiir dizeleri, türkü sözleri toplumun belleğinde yer tutar, slogana dönüşür, o ülkenin söz dağarcığına kalıcı bir biçimde yerleşir. Bu hoş durum birkaç kez benim de başıma geldi. Örneğin, 1973 yılında Stockholm'de yayınladığım albümde yer alan "Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi" adlı şiirim, Uğur Mumcu dostumun bu dize üzerine bir yazı yazmasıyla daha da perçinlendi ve o yıllardan bugüne kadar unutulmadı. Bu örneklerden bir tanesi de 1991 yılında bir yazıda kullanmış olduğum ve bir kitabıma adını vermiş olan "Orta Zekalılar Cenneti" ifadesi. Toplum bu anlatımı benimsedi, çeşitli zamanlarda gazete yazarlarımız bu anlatıma yer veren yazılar yayınladılar. Demek ki bu işin, henüz farkına varamadığım derin bir kimyası ve iletişimi var.
Orta Zekalılar Cenneti'ni yazdığım yıldan bu yana, Türkiye'de ve dünyada çok şey değişti ama gözlemlerime göre "orta zekalı"ların iktidar alanı daha da genişledi, neredeyse başa çıkılmaz bir ortak paydaya dönüştü. Toplum kaliteyi -deyim yerindeyse- kusmaya başladı, iyiliğin yerini kötülük, temizliğin yerini pislik, hakkın yerini haksızlık, kibarlığın yerini kabalık, ahlakın yerini ahlaksızlık alma yolunda epey ileri gidildi.
Ne yazık ki "orta zekalı"ların başarısı ve insan soyuna acı çektirmesi, bir ülkeyle, bir bölgeyle sınırlı değil. Dünyanın en etkili ülkesini yöneten birtakım orta zekalıların, herkese yalan söyleyerek Ortadoğu'yu kanlı bir bataklığa sürüklemesi, milyonlarda insanı katledecek, yerinden yurdundan edecek savaşlar başlatması başka türlü nasıl açıklanabilir. Neo-con denilen yeni muhafazakar orta zekalıların sözüm ona "Ilımlı İslam" modeli olarak yürttükleri aptalca politikanın sonuçlarını Şam'da, Halep'te, Suruç'ta, Ankara'da, Paris'te görmedik mi? Kanlı terör örgütlerini yaratan, destekleyen ülkelerin, dünyada ne kadar acıya neden olduklarını bir iç yangınıyla izlemedik mi?
Ne yazık ki "demokrasi" adı verilen bir manipülasyon oyunu, orta zekalıların elinde mutlak bir iktidar aracı haline geldi. Platon'un "Ülkeleri filozoflar yönetmeli" tezi "Ülkeleri orta zekalı lumpenler yönetmeli" ilkesine dönüştü.
Bu da bizi ister istemez zeka ile kurnazlık arasındaki uzlaşmaz çelişkiye getiriyor. Birçok yazımda tekrarladığım gibi zeki insan kurnaz olmaz, kurnazlar da zeki olamazlar. Çağımızda zeka denince akla ilk gelen insanlardan biri Albert Einstein değil mi? Hep ona gönderme yapıldığı, hep o örnek verildiği için ben de zeka/kurnazlık arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi onu örnek vererek anlatmaya çalışayım.
Einstein'ın evrensel zekasından hiç kimsenin kuşkusu yok. Ama ya kurnazlık? Acaba böyle bir kavram bir kez olsun Einstein'ın yanına uğramış mıdır? Acaba bu bilim insanı, kuyruğa kaynak yaparak öne geçme kurnazlığını gösterebilir miydi; saf bir insanı dolandırıp parasını alabilir miydi; acaba kendini olduğundan daha değerli, daha zengin, daha önemli gösterebilmek için hinoğluhin planlar kurabilir miydi? Hayır, kesinlikle hayır. Çünkü büyük zekalar, büyük bilim insanları, çağlar ötesine kalacak sanatçılar genellikle saf insanlardır, yaşam acemisidirler. Baudelaire bir şiirinde "geniş kanatlarıyla havada süzülen kartalların, yine bu kanatlar yüzünden yerde yürüyemediği"nden söz eder. Doğrudur. Kafalarında evreni yeniden kuran dehalar, sokak kurnazlığını anlayamazlar bile. Çoğunun otistik gibi görünmesi, topluma ayak uyduramayıp inzivaya çekilmesi bu yüzdendir işte. Stefan Zweig'ın Montaigne biyografisinin bir bölümünde kullanılan şu cümle, bu konuyu yetkin bir biçimde anlattığı için burada anmaya değer. Zweig, Ahmet Cemal'in güzel Türkçesiyle şöyle sesleniyor bize: "Michel de Montaigne 1570 yılında, otuz sekiz yaşında kulesine çekildiğinde, hayatını kesin olarak noktaladığına inanmaktadır. Daha sonra Shakespeare gibi o da her şeyin kırılganlığını, 'resmi makamların insanlara üstten bakışlarını, politikanın cilvelerini, belediye çalışmalarının yol açtığı can sıkıntısını' ve her şeyden önce dünya işlerine karışmadaki yeteneksizliğini açık seçik görebilmiştir. (...) Başkaları mevki, nüfuz ve ün peşinde koşarken, Montaigne'in bütün çabası artık yalnızca kendisine yöneliktir."
İnsanlığa katkıda bulunmuş birçok büyük ismin "inziva"ya çekilmek zorunda kalmasının gerçek nedeni, dünyayı kaplayan orta zekalılıktan ve onların kurnazlıklarından yorulmuş olmalarıdır.
Halklar statik değildir, kendilerini yöneten kadrolara göre yeniden biçimlenirler. Örneğin bugünkü Alman halkı, olumlu anlamda İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Alman halkından farklılaşmıştır. Değer yargıları ve ahlaki üstünlükleri değişiklik gösterir. Çünkü halk canlı bir organizmadır ve durmadan değişir. Bazen iyiye, bazen kötüye doğru.
Bizde son yıllarda ne yazık ki orta zekalılar eskiye kıyasla daha da öne çıktılar, subaşlarını ele geçirdiler ve bütün kurnazlıklarıyla toplumu da kendi yönlerinde dönüştürmeye başladılar.
Bu güzelce derlenmiş ön söz niteliğindeki not için okumaya değer. Almayanlar varsa ya da almayı düşünenler varsa kitabı alabilirler ve kitap bittiğinde de kitap incelemesini paylaşacağım. Herkese iyi okumalar diliyorum.
blog
blog yazısı
kişisel blog yazısı
kitap
kitaptan bir bölüm
livaneli
lumpen
Lumpenproletariat
orta zekalılar
orta zekalılar cenneti
roman
zülfü livaneli
0 yorum