Varoluşumuza ihanet!


Belki bir önceki yazılarımda bahsettim, belki de yeni bahsedeceğim. Ne yapabilirim, insanlarda gözlemlediğim psikolojik durumları yazmadan yapamıyorum. Belki diyorum, yazılarım okunur ve birazda olsa insanlara bazı konularda yardımcı olabilirim. 


Konumuz psikolojik faturalar yani insanların benlik değerlerimiz üzerindeki etkileri. Aslında bu kökenleri daha çok sanayi devrimi yıllarına dayanan ve modern yaşam içinde bireyler tarafından zihinlerimizde formüle edilen "başarı=bireysel değerim" kavramıdır. Biliyor musunuz, aslında bu bakış açısı çok kötü sonuçla doğurabiliyor. Kişinin duygu durumunu bozmakla kalmayıp; kendisine verdiği değeri, çevresince takdir edilen performanslar ile özdeşleştiren bu bireyler bu anlayışın doğal sonucu olarak, depresyon ve anksiyete gibi ağır psikolojik faturalar ödeyebiliyor. Neden değerlerinizi etrafınıza göre ölçüyorsunuz? Etrafınız sizi takdir etmese ne olur? 

İşte tamda bu konudan bahsetmek istiyorum. Günümüzde benlik değerlerimiz başkaları tarafından "onaylanmak, kabul edilmek, beğenilmek ve başarılı bulunmak" kavramları ile bir bütün olmuş durumda. Varoluşumuzun özünü oluşturan bu eşsiz benlik değerimizi çoğunlukla kendimiz şekillendiremiyoruz; bizim yerimize bunu başkaları yapıyor ve durmadan da önümüze belirledikleri kavramları koyuyorlar. 

Değersizlik hissi dediğimiz kavramda işte bu şekilde oluşuyor. Günlük yaşamlarımızın içinde sorumluluklarımız ile ilgili aldığımız kararlara göre bir yarış atı misali, değerlendirmeler yapıyor, ve bu değerlendirmelerin sonuçlarına göre de insanları etiketliyoruz. Başarılı, başarısız, becerikli, beceriksiz, akıllı, akılsız, tembel, çalışkan, uyanık, saf gibi keskinlik içeren etiketleri kullanıyoruz. Bu etiketler yüzünden de "başarı oranım benlik değerimi belirler" algısına körü körüne inanıyoruz. Bu inancı biz yaratıyoruz. Biz insanlara göre, pratikte değer kazanan kişi akıllarda inanılmaz değer kazanıyor; başarısız etiketini alan ise akıllarımızda itibarsızlaşıyor. İşte akılda itibarı kaybeden, davranış olarak da itibar görmüyor. Oysaki başarı da başarısızlık da statik ve tam olarak karşılığı olmayan fiktif kavramlardır. Örneğin; Ali bugün x işinde ortaya koyduğu emek ve performans sonucunda, toplum ve kendi aklında "başarılı" etiketi almaya layık görülüyorsa; ertesi gün aynı x işinde, beklentilerin daha altında bir performans sergilediğinde "başarısız" etiketini nasıl alabiliyor? Günümüzün modern insanı nasıl olur da tüm evren değişirken, bu statik, teklik içeren ve değişmeyen, zihinleri bulandıran, bunaltan duygu hapishanesine kendini mahkum edebiliyor?

Bunu kısa bir örnek ile açıklayayım size. Çocukluğumuzda, yürümeyi öğrenme dönemimizde , hanginiz defalarca düşmesine rağmen yürümekten vazgeçti? Düştünüz ve kalktınız, yılmadınız, pes etmediniz, yürümeliyim dediniz ve en sonunda yürüdünüz. Çocuklarda pes etmeyen bir yapı vardır, hatta deriz "dünyayı  çocuklar kurtaracak" diye. Çünkü onlar büyüklerdeki gibi rezil olmak, yetersiz bulunmak gibi hislere kendilerini teslim etmiyorlar. 

"Kendimiz olmaktan kaçıyoruz."

Elbette, gelir dağılımının adaletsizliği ele alındığında bizim gibi gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerde yaşayan bireylerin gelecek kaygısı ön plana çıkıyor. Bu endişeler ile şekillenen sorumluluk kavramı ile beraber hayatı algılama perspektifimiz de yavaş yavaş hırpalanıyor ve değişiyor. Hanemize kattığımız her yeni yaşla birlikte, kişinin benliği davranışlarının sonuçlarına ve etraftaki kişilerin yargılarına göre şekilleniyor. Mesela hatırlarsınız, girdiğiniz bir sınavdan 80 puan almayı hedeflerken bir bakıyorsunuz 45 puan almışsınız. Hemen kendinizi "başarısız" etiketi ile yaftalamadınız mı? Ne yaptınız hemen kendinizi değersizleştirdiniz. Çünkü bilgi seviyesini anlık olarak ölçen bir sınavdan düşük aldınız ve çevreniz sizi ilelebet "yetersiz" görecek. Bu doğrultuda da bir takım laf dokundurmaları duyacaksınız belkide. Boş verin, anlık bilgi ölçen bir sınav sizin değerinizi elbet ki bilemez ve bu düşük notta dünyanın sonu değil. Maalesef ki bu başarı tanımı hayatın her katmanında yanımızda. Bundan neredeyse kurtuluşumuz yok gibi. Bu sebeple ki bir çok insan ruhsal deformasyonlar ve çöküntüler yaşıyor.

Hayatta sadece siyah ve beyaz renk olmadığı gibi sadece başarı ve başarısızlıkta yok. Başka renkler başka tonlar elbette ki mevcut. Yeter ki görmesi için gözlerinize ve anlaması için beyninize izin verin. 

Hayatın doğası gereği bazen amaçlarımıza, hedeflerimize ulaşabiliyor; bazen de ulaşamıyoruz. Ulaşınca aklımız her şeyi olağan kabul görürken, ulaşamadığımız da neden büyük bir yıkım yaşıyoruz ki? Oysa varoluşun özünde hiçbir şey olmak ya da olmamak zorunda değildir. 

Birçok örnek vermek istiyorum aslında ancak bu yazımı çok uzattım. Ne kadar anlatsam da çoğu insan bu etiketlemeyi hem kendine hemde başkalarına yapacak. İki taraflı eziyet! Toplumdaki benliğimizi, "bu şöyledir", "doğru tektir", "insan değişmez", "gerekli", "zorunlu", "-meli", "-malı" gibi kalıpların içine sıkıştırıyoruz. Hata yapmaktan, kendimiz olmaktan, istediklerimizi dile getirmekten, dayatmalara hayır demekten öylesine korkuyoruz ki; yaratıcılığımızdan uzaklaşıyoruz. Varoluşumuza ihanet ediyoruz!

Aynaya baktığınızda "Kimin değerleri ile yaşıyorum?" diye sordunuz mu hiç kendinize? Belki sordunuz ve şu cevapları aldınız; "başkalarınca onaylanmak", "sevilmek" ve "başarılı bulunmak için yaşıyorum... " 

Halbuki özgürlük için ödenecek bedelleri kabul ettiğimizde; sessiz, hareketsiz ve mutsuz kalabalığın arasında sıyrılıp, ben olma yolunda kanatlarımızı açabiliriz. Hala aklımızın yarattığı prangalardan kurtulmak için geç değil. Biraz cesaret!

Eninde sonunda hepimiz bir gün ölmeyecek miyiz?


0 yorum