Gerçekleşmeyecek de olsa bir ömre daha kaç dilek sığabilir ki...
Yine dağılıyorum peyder pey, tam toparlandım derken... Yüreğime gelip oturuyor sızısı kaybettiklerimin. En çokta senin. Hiç sahip olamadığım ve belkide olamayacağım senin... Bunu sana yazıyorum canım kızım. Eğer bir gün kavuşursak, ileride okuman için.
En az bir kere olsun bile demediniz mi? Anlayamadığınız bir güç tarafından çekildiğiniz o insana karşı, "Seni bir yerden tanıyor muyum?" diye.Hiç mi olmadı birini görüp kanınızın ısındığı, kendinizi yakın hissettiğiniz ve gözlerine bakarken kendinizi evinizde bulduğunuz...
Bir bakış ile tüm hayatınızın anlam bulduğu, her bir parçanın kusursuzca yerine oturduğu biri ile hiç mi karşılaşmadınız? Belki evet, belki de hayır...
Şu son iki aydır, tamı tamına üç tane 'kişisel gelişim' kitabı bitirdim. Sonuncusunu da yeni elime aldım. Sanıyorum ki uzun bir süre roman okumayı bırakıp kendimi kişisel gelişim kitaplarının kollarına bırakacağım. Zor günlerimde ilaç gibi geldiler. Ve düşündüm ki neden sizlerle paylaşmıyorum. Dördüncü kitabı da okuduktan sonra yazacaktım ancak devamı geleceği için okuduğum üç kitabın analizini hemen yapmak istedim.
Kendinizi herhangi bir sebepten dolayı sıkıntıda hissediyorsanız, emin olun ki bu kitaplarda sıkıntılarınıza çare bulacaksınız.
Şimdi cümleleri çok uzatmadan kitapları sıralamaya başlıyorum.
Hiç düşündünüz mü? Özlemek nedir? Nasıl bir şeydir? Uzun zamandır hiç bir harfi aklımdan çıkmıyor bu kelimenin. Her bir harfini içeren sayısız kitaplar okudum, sayısız yerler gezdim anlamını bulabilmek için. Özlemek ki bazen şefkatli bir bakışı, tatlı bir kokuyu, sıcak bir gülüşü... Fark ettiniz mi hiç? Kötü olan hiç bir şeyi özlemeyiz. Kötü anılar bırakan insanları ise ASLA!
Bazı zamanlar kocaman bir ağız sizi yutacak gibi hissedersiniz. Yaşadığınız ilişkiler içinde iki kişiymişsiniz duygusunu bir türlü yaşayamazsınız. Gün gelir, 'oburluk' kelimesinin başka bir anlama geldiğini fark etmeye başlarsınız. Bu artık sadece 'iştahlı olmak' anlamını taşımamaya başlar sizin için. Burada ki farklı anlamı, insan ilişkilerinde ve hayata karşı olan oburluk olarak ele alıyorum. Bu öyle bir açgözlülüktür ki, sonu gelmez bir istek ve doyumsuzluk haline seyirci kalırken öte yandan da bir türlü karşınızdakine konduramazsınız; "Yok artık bu kadar olmaz, olamaz" diye...
Sanskritçe'de ele geçirilemeyen, ulaşılamayan, her türlü şeyden korunmuş, şiddetin asla yaşanmayacağı anlamına gelen Agartha, Tibet ve Orta Asya efsanelerinde Asya'daki sıra dağların içinde bulunduğu öne sürülen ve milyonlarca kişinin yaşadığı bir yer altı kentidir.
Bugün Beyhan Budak'ın izlediğim bir videosundan yola çıkarak böyle bir yazı yazmaya karar verdim.
Özgüven anlam bakımından, kendimiz hakkında ne düşündüğümüz ve kendimizi ne kadar değerli gördüğümüzdür. Eğer kendimiz ile ilgili olumsuz konuşmalar yapıyorsak, kendimizi sürekli eleştiriyor ya da yargılıyor, başardığımız onca şeyi küçümseyip, yapamadığımız şeyleri önemsiyorsak, belki biraz da olsa bir özgüven problemi yaşıyor olabiliriz.
"Sessizlik, derinlere dalma, yaratıcı insanın eylemidir. Sessiz olmalıdır yaratıcı kişi. Bu sessizlik Kant'ın, Hegel'in anlattığı türde evrenden soyutlanma değildir. Evrenin derinliğine inme, varlık özünde sınırsızlığa varma, yığınların içinde onlardan uzak, yükseklerde, derinlerde yaşamadır. Öze, yaratıcı olana dalmaktır. Düşünen kişi, yaratan ve seven kişidir."
Dijital oyunlar git gide gerçek dünyayı andıran detaylarla donatılmaya başlandı. Aldatıcı bir gerçeklik sunduğu için, son yıllarda özellikle çocuklar ve gençler üzerindeki etkilerine odaklanan bir çok araştırma yapıldı. İddia edilene göre bu oyunları oynayan ergenlik dönemindeki çocuklar daha saldırgan oluyor.
"Üzülme, bir yandan korkun bir yandan umudun varsa iki kanatlı olursun; tek kanatla uçulmaz zaten. Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, kilimin tozunu almaktır. Allah; sana sıkıntı vermekle kirini, tozunu alır, niye kederlenirsin? Taş; taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olamaz. Yüzük olmayı dileyen taş; ezilmeyi yontulmayı göze almalıdır." der Mevlana ve şöyle ekler; "Üzülme, kaybettiğin her şey bir gün başka surette geri döner."
Çocuklara sürekli bir şeyler öğretme telaşında olduğumuz için sık sık unutsak da, aslında hayata dair onlardan öğreneceğimiz çok şey var. En önemlisi de, çocuksu gözlerle dünyaya bakabilmek. Hayatta, her şeyi ilk kez görüyormuş ve yeniden keşfediyormuş gibi büyük bir merakla bakabilmek ve yaşanılan anın içinde bir çocuk gibi kaygısız durabilmek.
Eğer bir yerde gözyaşların birikmişse yazmaya ihtiyacın vardır, demiş Paulo Coelho. Ne güzel ifade etmiş aslında. Öyle değil midir? Ancak biz yazarak içimizi dökmek yerine, ağlamayı tercih ederiz. Ben ise aynı anda ikisini de yapmayı tercih ediyorum. Gözyaşlarıma boğularak yazı yazmayı tercih ediyorum.
Bilirim ki o zaman daha akıcı olur. Fütursuzca akıp gider kelimeler, cümleler aklımın köşelerinden... Her zaman mı böyle peki? Tabi ki hayır. Bugün mutlu şeyler yazmak ve sizleri herhangi bir konuda bilgilendirmek istemiyorum. Bugün sizlere pozitiflik de yüklemek istemiyorum. Bugün çizgimden çıkıp size ağlamanın ne demek olduğunu hatırlatmak istiyorum sadece. Ağlamanın bir acizlik değil, bir erdem olduğundan bahsetmek...
Bugün ben ve gözyaşlarım cümlelere dönüşüp, bir nebzede olsa rahatlayabilmek istiyoruz.
Dediğim gibi insanlar bunu zayıflık olarak algılar ancak Allah'ın nefes almaktan sonra bizlere bahşettiği en güzel özelliklerden biridir, ağlamak... Bırakın aksın. Mutluluk için aksın, öfkeden aksın, üzülünce aksın, üzünce aksın... Ağlamanın bile bakın bir çok çeşidi var.
O yüzden bırakın akıp gitsin hepsi.
Sonuçta rahatlamaya ihtiyacımız var ve özümüzde insanız hepimiz. Umutların yeniden yeşerebilmesi için, iyiliğin yeniden doğması için, mutluluğun kapınızı tekrar çalabilmesi için bırakın yüreğinizdeki inciler biraz daha azalsın ve ruhunuzu hafifletsin.
Mıknatıs gibi her tersliği üzerinize mi çekiyorsunuz? Batıl inançlarınız yok, çekim yasasına da inanmıyorsunuz ama nedense her zaman aynı şey sizi buluyor ya da her şey üst üste geliyor. "Neden hep ben?" sendromu yaşıyorsanız, nedenini burada elimden geldiğince açıklamaya çalışacağım.
"Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!" demiş Mustafa Kemal Atatürk.
Her gün ki rutinim aslında onlar. Yapmaktan asla sıkılmayacağım. En keyif aldıklarım. Şuanda olduğu gibi masada bilgisayarımda bu yazıyı yazıyor oluşum, bir yanımda kitabımın ve mis kokulu kahvemin oluşu... Güneş bile aheste aheste vuruyor üzerimize.
Kendimizi iyi hissedebilmek için hikayelere ihtiyacımız vardır ve bu hikayeler genellikle mutlu sonla biten hikayeler olmaz, aksine bitebilecek en mutsuz son ile biten hikayeler olmalıdır. Şimdi ne diyor bu diyeceksiniz. Neden mutsuz sonla bitmeli biliyor musunuz? Çünkü günümüzde insanlar artık birbirlerinin mutsuzlukları ile mutlu olacak kadar bencil ve narsist hale geldi. Çok ama çok eskidendi, birinin mutluluğu ile mutlu olma devri. Artık herkes kendisini mutlu edebilmek adına birilerinin mutsuz anlarını kolluyor. Tıpkı avını bekleyen bir aslan gibi sessizce pusuda bekliyor. Biri kötü bir duruma düşünce hemen atılıyor üzerine. Biliyor musunuz? Genellikle bu pusuda bekleyenler "en yakınım" dediklerimiz oluyor.
Bu hayatta ruh eşini bulmanın peşinde olan ve eninde sonunda onunla karşılaşacağına inanan insanlar hala var. Bana sorarsanız bundan biraz şüpheliyim. Yaşadığımız yeri bırakın, üzerinde bulunduğumuz bu dünya da o kadar çok insan var ki... Ruh eşini bulmak bana biraz samanlıkta iğne aramak gibi geliyor. Yani biraz imkansızın ötesinde. Belki de bu aradığımız bir "uyumluluk" arayışıdır.
Bir kaç gün önce okuduğum yazıda, çok başarılı iş hayatı olan bir hanımefendi anlatıyordu: "Evlendikten bir yıl sonra eşimle büyük ve önemli problemler yaşamaya başladık. Yaşadığımız bu problemler yaşamamızı ıstırap haline getiriyordu. Bütün özveri denemelerim boşa gitti. Bu arada sıkıntıdan 14 kilo almıştım. O günlerde yakın arkadaşlarım sanki evlilikten kaynaklanan problemlerimi paylaşmak istercesine her an yanımdaydılar. Yaşanılanlara daha fazla dayanamayıp mahkemeye başvurdum. Bazı fedakarlıklar yaparak boşandık. Bu boşanmanın sıkıntılarını yine arkadaşlarım paylaştı. Boşandığımda 46 yaşındaydım.
Yaşamım boyunca öğrendiğim her bir bilgiyi insanlarla paylaşmayı seçtim. Bir çoğu bunu aldı ya da bir çoğu önemsemeden geçip gitti. Ama bilgilerimi paylaşma çabalarım hala devam ediyor. Peki ama neden? Çünkü mutlu ve sağlıklı bir yaşam için edindiğim olumlu etkenleri paylaşmalıyım ki, "iyilik" benden size, sizden de tüm sevdiklerinize ve böylelikle de tüm dünyaya bulaşsın.
Bu konu ile ilgili yazdım mı? İnanın hatırlamıyorum... Ancak cümlelerimin içinde çoğu defa geçmiş olabilir. Güvenmek... Birisine güvenmek, güvenebilmek o kişiye verebileceğimiz en narin hediyeyi, yani kalbinizi vermek gibidir. Güven, her insanın sahip olduğu çok değerli bir mülk, dikkatli dağıtılması gereken bir hazinedir. Çünkü arkadaşlığın en güzel yanı, bir ilişkinin de en güçlü bağıdır. Güveninizi verdiğiniz kişinin her şeyini bilmenizde gerekmez. Sahip olduğunuz bağ istisnaidir çünkü. Samimiyetin gelişebilmesi için güven gerekir.